‘Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık saymayacağınız şekilde yetiştirin’
Andrey Tarkovski
İki küçük kumru insan yapımı bir telin üzerinde nafiçe ve yalın halde varolmakla meşgüller. Öyle ki üzerinde misafir oldukları teli ve onu yapanları sorgulamakla vakit kaybetmeden.. Zaten yapmak biz insanlara özgü bir lanet diğer canlılar sadece varoluyorlar. Usulca bu yaşamın penceresinden geçiyorlar. Onlar için sadece tek bir an var; şimdi. Yaşamda pek çok pencere açıp camları kırılan biziz. Bu hayvanların yalnız oldukları anlamına mı geliyor? Yoksa yalın halde varoldukları için bu bize gereğinden fazla sade geliyor ve yaşamı kendi iki gözümüz ve sınırlı zihnimizle algılamaya çalışıp bu sade yalın ve görkemli hali birşeye başka birşeye benzetmeye mi çabalıyoruz? Çünkü kumruya sorarsanız bu konuştuklarımızın hiçbir önemi yok. Bana sorarsanız hiçbir şeyin önemi yok. Herşey olması gerektiği gibi, sade ve basit. Tam da bu sebeple kendimi bilinçli yalnızlığımla başbaşa bıraktığım anları çoğaltıyorum. Çünkü farkettim ki – çocukluğumun o ince detaylarına baktığımda – yalnız kalmayı tercih eden bireyler her daim yalın bir yaşamın peşindedirler ve o yaşam diğerlerinin sandığı kadar zor ve ulaşılmaz değildir. Bilinçli yalnızlar pek çok yüklerini ve eşyalarını daha yola çıkmadan bırakmış şanslı kişilerdir. Kalabalıkların içindeki tercihsiz yalnızlar ise o iki kumrunun tutunduğu tel gibi bağımlı halde şuursuzca dolaşırlar. Fakat ufak bir ayrıntı var bahsetmeye değer bulduğum; teldeki kumrular tele bağımlı değildirler, onlar sadece ufak bir mola esnasında gördükleri bir yerleşkede varolma eylemlerini sürdürürler onların asıl güvendikleri kendi kanatlarıdır. Ölüm ve hastalık sürecini bir kenara bırakırsak pandemi dönemi 21. yüzyıl bireyinin başına gelebilecek en güzel yalınlaşma hediyesidir aslında. Lakin süreçte çok açık görüldüğü üzere hiç kendiyle kalmayanlar ani delirme nöbetleri sonucu sosyal medyayı baskına uğratarak yaşamda olduklarını hissetme çabasında kaybolurken diğerleri, tatlı küçük evlerinde kendilerindeki başka birşeyi keşfetmenin huşusunda yeniden doğdular. Yaşama hangi noktadan baktığımız bize kendimiz hakkında çok şey öğretir. Yaşamı kazanılacak bir sınav, başarılacak bir görev ve sürekli bir mücadele hali olarak yorumlarsak zihin beden dengemiz bir süre sonra bozulacaktır, bu bozulma bizi kendimize daha da yabancılaştırıp tam bir kaybolmuşluk ve yabanilik akıtacaktır üzerimize. Oysa yaşamı içinde birlikte kürek çekilen sakin bir akıntı ve nehir olarak görsek hayatımız neye benzerdi? Sabah ilk kahve değilde camdan dışarıdaki havanın kokusunu alsak, trafikte geç kaldığımız için küfür etmektense radyoda sevdiğimiz şarkıyı daha uzun dinlemenin hazzına varsak, o gün yemeği fazla kaçırdım diye ahlanıp vahlanmak yerine sofradaki muhabbetin bizi nasıl doyurduğunu ve beslediğini farketsek yaşamımız neye benzerdi? Bütün bunların olabilmesi için benim kanaatim; kişinin daha azla okuması, daha sanatla yaşaması, doğayı sahiplenmeden kucaklaması son derece faydalı olacaktır. Fakat bu dediklerim tamamen bireysel halde yapıldıklarında kişiyi bir üst mertebeye kendinin daha iyi haline taşırlar. Okumak eylemi, sanatla uğraşmak ve doğada olmak toplu yapıldığında eylemin özündeki saf anlamı yok ederler. Çünkü kişi bir başkasının yanındayken kendisi değil egosunun esiri olup sürekli bir kanıtlama hali içine girer, fotoğrafı çekmekten günbatımını kaçıran bir sahtekara dönüşür. Eğer güneşe çıplak gözle bakmayacaksak onu fotoğraflamamızın bir anlamı yok. İçinde hissedilmeden durulup resim çekilen bir manzarayı duygusuzca ve sarhoşken yapılan seksten farklı görmüyorum. Ortada duygu ve hissiyat olmadığı için boşa geçen bir vakit daha sadece. Ve bütün bu boşa geçen vakitlerin toplamı bir ömürde hiçte küçümsenmeyecek kadar yer kapladığından bir çok kişi uyanamadan ölüyor... Bu esnada teldeki kumrular belki çoktan uçtu, belki başka bir dinlence yerinde hala varolmakla meşgüller...